Ekonomi için temel dönüşümler zamanı..
Parasal Politikalara ilaveten Mali/Bütçe Politikaları ve Yapısal Reformlar dayanaklarının işlenmediği, yeterince çalışılmadığı her gidişat; ekonomide istenen ve kısa sürede beklenen sonuçları sağlayamayacaktır. Bu bakımdan, dengeli bir bileşim ve kompozisyonu temsil eden TRİLETERAL (ÜÇLÜ) MODEL yaklaşımı hassasiyetle takip edilmelidir. Enflasyonun ulaştığı yüksek düzey ve kazandığı kronik katılık göz önüne alındığında, “tek tabanca-faiz” yaklaşımlarından ziyade, bütüncül ve koordineli vaziyet edişlere ihtiyaç duyulduğu gerçeği ortadadır.
Bahse konu bütüncül yaklaşım ve yapılanmanın en önemli bacağını; “şekillendirici-kurumsallaştırıcı” özellikleri bakımından, Yapısal Reformlar kalemi oluşturmaktadır. Epeydir gündemde olan, ancak, arkası yeterince doldurulmadığı için görece ağırlığı ile beklenen sinyal etkisi azalan bu kulvar boyunca mesafe almak için köktenci yeniden değerlendirme ve kararlara gerek bulunmaktadır. Bu noktada mesela, Çin’in, kendisinden beklenilen ve kırk yıllık geçmişe sahip büyüme-sanayileşme-ihracat modelini temelden sorgulamasına; yeni bir yol seçimine gitmesine benzer ölçek ile kapsamda bazı güncel örneklerin dikkatle incelenmesi de yarar sağlayacaktır.
Belki de işe, Yapısal Reform kavramı ile birlikte “Temelli Ekonomik Dönüşümler” benzeri deyişlere yer açılarak başlanmalıdır! Senelerdir sürdürülen/benimsenen ana politikalar ve ortaya konulan kurumsal yapılanmalar, gerçekçi ve köktenci bir bakış açısıyla masaya yatırılmalıdır. Ekonomik yapılanma ve gidişatın sınırlı bir okunması bile, temel dönüşümlere hangi noktalarda gerek duyulduğuna dair görüş sağlayacaktır:
Ülkemizin güncel (Ekim) ihracat rakamlarına bakıldığında, ilk on sırada yer alan lokomotif sektörlerin tamamında on aydır düşüş yaşandığı; kur faktörünün hala en önemli rekabetçi faktör olarak görüldüğü; ilk üçte yer alan sektörlerin, aynı zamanda en yüksek “ihracata mal hazırlamada ithalat oranlarına” sahip bulunduğu; ihracatın ithalatı karşılama oranlarının %70’li seviyeleri aşamadığı; kilogram başına ortalama ihracat miktarının iki doların altında kaldığı izlenmektedir. Ayrıca, tüketim ve yatırım mallarının ithalattan aldıkları payın eşitlendiği de anlaşılmaktadır. AB ile Gümrük Birliği revizyonu görüşmelerinin süratle ikmal edilmesine yönelik işaretlerin artmasına paralel olarak, Hindistan ile AB arasındaki son ticaret anlaşmasının da ilham ve etkisiyle, ülkemizin mevcut ve yeni Serbest Ticaret Anlaşmaları masaya yatırılmalıdır. Mevcut ticari anlaşmaların tamamı için ciddi “yeniden müzakere” ve seçili kulvarlarda “ yeni anlaşma yapma” gereksinimleri ertelenemez bir noktaya ulaşmıştır.
Geçen hafta kabul edilen 12.Kalkınma Planı çerçevesinde benimsenen “2028 yılı sonunda 375 milyar dolarlık hedef”, elli yıllık ihracat seferberliğimizin yeni zirvesini ifade etmektedir. Yarım asır önce, dönemin yıldızı Japonya’ daki Sogo shosha modelinden ilhamla “dışticaret sermaye şirketi” temelinde yapılandırılmış kurumsal yapı ile “ihracat teşvik mekanizmaları” işleyişinin, yeniden değerlendirmeye alınması gerekmektedir.
Turizm gelirlerimiz, gene yarım asırdır sürdürülen bir seferberlik çerçevesinde gelişimini sürdürmekte ve beklenen hedefler sürekli yükseltilmektedir. Bununla birlikte, gelişen ve değişen dinamikler temelinde, başta “ herşey dahil sistemi” olmak üzere, sürdürülegelen bir kısım ana stratejileri gözden geçirme zamanıdır. Gelinen noktada, başarı ve hedefleri; “ toplam turist sayısı” temelinde yapılandırmak gibi yaklaşımların gerçeklik katsayıları azalmaktadır. Nitekim, güncel verilere bakıldığında, turist başına ortalama harcama miktarının bin dolar düzeyinde kaldığı; İstanbul gibi bir eşsiz destinasyon için gecelik konaklama ücretinin yüz dolar düzeyine ancak ulaştığı; doluluk oranının Ağustos ayında bile %70’ in altında seyrettiği görülmektedir. Anlaşılıyor ki; turizm sektörü için keskin soru ve sorgulamaları başlatma; temel dönüşümleri değerlendirme vasatı olgunlaşmıştır.
Nihayet, sürdürülebilir kalkınmanın çekici gücü olması beklenen sanayi-imalat kulvarı da mercek altına alınmalıdır. Depreme hazırlık; çevresel etkilerin azaltılması; kapasite ve kurulumların yeniden değerlendirilmesi gibi alanlar başta olmak üzere, onlarca yıldır sürdürülen sanayi teşvik politika ile uygulamalarına yeniden eğilmekte fayda bulunmaktadır. Belki de, bu suretle, AR-GE (Araştırma-Geliştirme) bütçelerindeki erimenin engellenmesi veya beklenenin tam aksine, yüksek teknolojili ürünlerden, daha düşük teknolojilere kayışın durdurulması bakımından mesafe almanın önü de açılacaktır. Ekonomide bütüncül başarı sağlama ve rekabetçi avantaj kulvarında ileriye gitme bakımından benimsenecek köklü duruşların önü açılmalı; gerçekçi ve köktenci değerlendirmelerden uzak kalınmamalıdır.