Şiddet salgını…
Adını koymamız lazım:
Kahraman- maraş’ta su isteyen ve ardından çıkan tartışmada öldürülen adam, İstanbul’da ekmeği bir lira ucuza sattığı için rakip market sahibinin öldürdüğü baba ve kızı,
Yine İstanbul’da yanından ayrılıp ayrı dükkan açan kişiyi “Müşterilerimi çalıyorsun” diye öldüren tamirhane sahibi…
Narin’in katledilmesi ya da Tekirdağ’da çocukların cinsel saldırısına uğrayan 2 yaşındaki bebeği de listeye ekleyince ortaya bir tablo çıkıyor:
Bu yaşadığımız şeyin adı şiddet salgını…
Şiddet salgınının nedenleri:
*Çoğu insan cezaların caydırıcı olması için mümkün olduğunca ağır olması gerektiğine inanır. Oysa hukuk bilimi açısından durum farklı.
18.Yüzyıl’da yazdığı kitapla, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ve modern ceza hukukuna büyük katkılar sağlamış, İtalyan hukukçu ve filozof Cesare Beccaria Bonesana, suçların önlenmesinde cezanın ağırlığının değil, mutlak olmasının önemine dikkat çeker. Yani insanları suç işlemekten alıkoyan davranış, cezanın ağır olmasından çok, suç işleyenin mutlaka yakalanacağı ve mutlaka cezaya çarptırılacağını bilmesidir.
Türkiye’de son 10 yılda şehit edilen polisler üzerine bir çalışma yapmıştım. Polis katillerinin çoğunun ağır sabıka dosyaları vardı.
Birçok can sıkan olayda karşımıza hep aynı tablo çıkıyor ve bu suçlular nasıl topluma karışıyor diye düşünüyoruz ya demek ki ilk yapmamız gereken şey, infaz sistemimizi gözden geçirmek olmalı. Suç işleyenlerin kısa süre hapis yatıp sonra serbest kaldığı ve yaşamına kaldığı yerden devam edebildiği duygunun doğru olmadığını topluma anlatmak lazım…
*Sıkıntı yaşadığımız bir diğer alan, hayatın hemen her alanına yayılmış olan nefret dili. Futboldan başlayalım mesela: Eskiden iyi taraftar olmak için taraftar olmak, kendi kulübünü desteklemek, maçlara gitmek, kulübünün lisanslı ürünlerini kullanmak yeterliydi. Bugün rakip takımdan nefret etmek taraftar olmak için gerek şart haline gelmiş durumda. İnternette futbol adı altında yapılan programlara ve giderek bozulan yorumcu profillerine bir bakın lütfen.
Sadece futbolda değil bu durum. Siyaseti ele alalım, ister ülke yönetimi olsun, ister yerel yönetim, çok uzun yıllardır, kendi başardıkları ve halka verdiği güvenle iktidar olmak yerine, iktidarda olandan herkesi nefret ettirerek seçim kazanma çabasının yarattığı fay hatları halen diri. Siyasi rekabet ile siyasi nefret arasındaki fark üzerinde düşünmediğimiz sürece hepimiz o nefretten payımıza düşeni alıyoruz. Nefret dünyanın en yıpratıcı duygularından birisidir oysa ve nefret edileni değil, en çok nefret edeni yorar.
*Şiddet salgınında sosyal medya etkisi mutlaka üzerinde durmamız gereken bir konu. Çok uzun zamandır insanların yüzüne söyleyemeyeceğimiz şeyleri sosyal medyada rahatlıkla yazabiliyoruz. Dil, şiddetin aracı haline geldikten sonra konular çığırından çıkıyor. Beğenmediğimiz fikirleri değil o fikirleri dile getirenlerin kişiliğini hedef almak dahil bir sürü hata yapıyoruz. Şiddet illa insana fiziki zarar vererek olmaz. Duygusal şiddet, ekonomik şiddet, cinsel saldırı, şiddetin bir sürü çeşidi var. Hepimiz mağdur ve hepimiz suçluyuz aslında…
Adaleti sağlamak kimin görevi?
*Sayfada gördüğünüz fotoğrafı Çarşamba günü yazıdan çekmiştim, karşı çıktığım bir şeyin reklamını yapmış olmayayım diye. O gün Narin’in katillerinin cezaevindeki diğer mahkumlarca öldürülmesini istemenin yanlışlığından söz ederken, cinayet cinayetle temizlenmez demiştim. Çarşamba’dan sonra bu çağrının yapıldığı videolar da çıktı karşıma. O gün yazdığımı daha iyi anlaşılması için tekrar yazayım: Birisini özgürlüğünden mahrum bırakmak ya da yaşam hakkını elinden almak sadece devlete ait bir haktır. Devlet adına bir başkasının can almasını istemek kimilerine göre adaleti sağlamak anlamına gelebilir. Buna yeşil ışık yaktığımız anda, borcumuz olan birinin elinde silahla kapımıza dayanmasına da evet demiş oluruz. Adaleti sağlamak devletin görevi ve ayrıcalığıdır, herkes kendine göre bir mahkeme kurar, herkes içini serinletecek bir ceza vermeye kalkarsa yaşayacağımız şeyin adı kaos olur.
Çarşamba günü konuya İslamiyet çerçevesinde ve “kısas” üzerinden bakmam gerektiğini öğütleyen mesajlar da aldım. Dönüp araştırdım, Türk Diyanet Vakfı’nın İslam Ansiklopedisi de kısas için yetkili bir mahkeme kararının şart olduğunu söylüyor. Sonuçta adaleti sağlama görevi tüm hukuk yöntemlerinde yine devlete verilmiş bir sorumluluk. Devlet isterse idam cezası verebilir ama devletin idam cezası vermediği durumlarda, gerekçesi haklı olsa bile birisini öldürmenin adı cinayettir. O yüzden cinayet cinayetle temizlenemez.
*Evde dayak, okulda akran zorbalığı, mahallede grup-çete itişmeleri derken çok küçük yaştan itibaren şiddet mağduru ve şiddet uygulayıcısı oluyoruz. Bu sarmaldan çıkmak, bu salgından kurtulmak adına hem devletin hem de bizim yapmamız gereken çok şey var. Devletin birinci önceliği cezaları artırmadan önce cezaların mutlak olduğunu ve yapanın yanına kâr kalmayacağı mesajını topluma kesin şekilde vermek olmalı. Bunu yaparsak mevcut ceza yasalarımız sorunları çözebilir, bunu yapmadığımız sürece ceza ne kadar ağır olursa olsun asla caydırıcı olmuyor işte…
*Tüm bunları bize Narin’den kalma bir vasiyet olarak düşünüp, şiddet salgınına karşı bir seferberlik başlatmalıyız…