
Tıpkı Gezi‘de ya da başka sokak eylemlerinde olduğu gibi, Ekrem İmamoğlu‘nun tutuklanmasının ardından başlayan protestoların da kısa sürede kontrolden çıkmasında, çoğu zaman göz ardı edilen aşırı sol ve radikal grupların provokasyon çabaları önemli bir rol oynuyor. Pek çok demokratik gösteri hakkını eyleme döken protesto faaliyeti, aslında başlangıçta hak arayışına dayalı bir amaçla destek görse de sokak eylemlerini terörize eden küçük ama etkili radikal örgütler, kitlelerin öfkesini şiddetle beslemeye çalışıyor. Bu gruplar, toplumsal hareketlerin meşru eylemlerini gölgeleyecek şekilde taşkınlık, saldırı ve vandalizm eylemlerine başvurmaktan da çekinmiyor. Farklı radikal ideolojik yapılar barındıran ve gayri meşru yöntemlere yatkın bu gruplar, meşru hak talebi söylemlerini kullanarak halkı kendi emellerine hizmet edecek şekilde kışkırtmaya çalışmaktan çekinmiyor.
Kitleler çoğunlukla hak arama ve itiraz söylemleri çerçevesinde eylemlere katılırken, bu radikal gruplar sistemle hesaplaşma veya devlete karşı doğrudan isyan gibi daha sert sloganlara başvurabiliyor. Bu grupların stratejisi, kitle psikolojisinden yararlanarak polis müdahalesini tetikleyerek şiddeti tırmandırmak şeklinde özetlenebilir. Nitekim oluşturulmaya çalışılan sahte algılar üzerinden kamuoyunda barışçıl gösterilere bile izin verilmediği algısına yol açarak tepkiyi büyütmeyi amaçlıyor. Böylece ortaya çıkan kaos, radikal grupların kendi ideolojik duruşlarını daha meşru ve haklı gösterebilmelerine imkân veriyor ve kalabalıkların arasındaki radikal gruplar, zaten gerilmiş sinirleri şiddet eylemlerine dönüştürmekte daha rahat hareket ediyor.
Eylemlerin kontrolden çıkmasında sosyal medya provokasyonunun da payı büyük. Radikal gruplar, bu tür mecraları özellikle kullanarak kendi ideolojik mesajlarını yayar ve olayların tek seferlik bir tepki hareketinden öteye geçerek, kendi terminolojileriyle devrimci sayılabilecek bir kalkışmaya dönüşmesini hedefler. Ne var ki, gerçek hayatta bu grupların taban desteği olmadığı için, geniş halk kitlelerinin coşkusunu ve tepkisini kendi çıkarlarına kanalize etmeye mecburdurlar. Bu nedenle geniş katılımlı toplumsal hareketler, radikal örgütlerin provokasyonlarıyla ses getiren ve kamuoyunda vahim sayılacak görüntülere dönüşmeye zorlanır. Sonuçta radikal grupların planladığı gibi, muhalif kamuoyunun talepleri itibarsızlaşırken eylemlere toplumsal destek azalır ve gösteriler amacından saptığı için toplumsal kutuplaşmayı da tetikler.
Böylesi bir kısır döngüde, radikal gruplar eylemlerini sürdürerek kendilerine farklı platformlarda görünürlük kazandırırlar. Toplum ise bu provokasyonlar nedeniyle kutuplaşmaya daha açık hale gelir. Bir yanda “devlet sert müdahale etsin, düzen bozulmasın” diyenler, öte yanda “devlet aşırı güç kullanıyor, muhalefet bastırılıyor” diye düşünenler… Bu tabloda protestocuların sesleri de radikal grupların çıkardığı şiddet ve kargaşa gürültüsü içinde duyulmaz hale gelir. Halbuki toplumsal talepler, sesini barışçıl biçimde duyurabilme yeteneğine bağlıdır. Eğer bu başarılamazsa, sokaktaki hareketler dönüşerek, kamuoyu nezdinde şiddet ve vandalizme dayalı çirkin görüntülerle özdeşleşir ve amacına ulaşamaz.
Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması sonrasında yaşanan olaylar, Türkiye‘deki protesto geleneğinin yıllardır tekrarlanan bu sorununu bir kez daha gün yüzüne çıkarmış oldu. Tıpkı Gezi’de ya da benzeri başka olaylarda yaşandığı gibi, muhalif kitlelerin taleplerini dile getirme çabası, aşırı sol ve benzeri radikal oluşumların kışkırtmasıyla şiddet boyutuna tırmandı. Böylece sokağa çıkan kitleler, kendileri dışındaki küçük ama örgütlü grupların provokasyonları sonucu vandallıkla anılma riskiyle de karşı karşıya kaldı.
Bu kısır döngü kırılmadıkça, gelecekte de benzer kitlesel tepkiler yine aynı şiddet tuzağına düşmeye devam edecektir. Dolayısıyla, bu tür protestoların meşruiyetini korumak için radikal örgütlerin kitlelerin öfkesini manipüle etmesine izin verilmemesi şarttır. Bu tür hassas konularda hem siyasetçilerin hem de toplum önderlerinin aşırı kutuplaşmayı engelleyici bir dil kullanması, güvenlik güçlerinin provokasyonlara karşı itidallerini koruması ve medyanın da gerçekleri çarpıtan provokasyon amaçlı içeriklere karşı tedbirli olması gerekmektedir.
Peki, tadımızı kaçıran bu radikal gruplar kim mi? Onları, İstanbul Adliyesi’nde Savcı Mehmet Selim Kiraz’ı rehin alıp katleden örgütle aynı soyağacından gelmelerinden tanıyoruz. Onları, ideolojik sloganlarla gençleri büyülemeye çalışan, lise sıralarından başlayarak devrimci ilan ettikleri çocukları ailelerinden koparan, sonunda kendi bedenini ateşe verecek kadar bir gencin beynini yıkamayı başarabilen hikayelerinden tanıyoruz, biliyoruz. Peren Birsaygılı Mut’un “Bu öfke eski bir hikayeden miras bana” dediği hikayenin baş kahramanı bu grupların kendi cephelerini güçlendirmek için nasıl bir değerler yıkımı stratejisi izlediğini de yine bu hikayeden anlıyoruz. Bu hikayenin kurbanı gençler, Türkiye’de sayısı azımsanmayacak kadar çok olan benzer vakaların ortak öznesi.
Bu radikal örgütler gençlerin adalet, özgürlük ya da eşitlik gibi kavramlara duyduğu masum ilgiyi kullanarak onları birer militan haline getirme stratejisine devam ediyor: Önce duygusal boşlukları tespit et, sonra aidiyet sun, ardından sözde haklı öfkeyi sistemle hesaplaşmaya dönüştür. Hapis stajı söylemiyle cezaevini ideolojik bir alana çeviren ve gençleri yasadışı faaliyetlere sokarak onları birer “eylemci kimlik” haline getiren bu yapıların nihai hedefi, buldukları her fırsatta sokakları karıştırarak kendilerine taraftar, güç ve meşruiyet devşirmeye çalışmak.
Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması sonrası yaşananlar da bu senaryonun bir tekrarından ibarettir. Bu radikal örgütlere karşı bütün bir toplum olarak uyanık ve tepkili olmayı başaramadıkça Türkiye’de sokaklardaki siyasi provokasyonların şiddet olaylarına ve vandalizme dönüşmesi kaçınılmazdır.