Lacivert kuyruklu, pembe sorguçlu kuş öttüğünde, Erik ağacının geçmiş aşkları çağıran kısa şiirleri, yani çiçekleri açtığında, benim gönlüm Erguvan olur konuşur.
Der ki, ey âdemoğlu geldin gidiyorsun, ne bıraktın geride?
Eğilip bakarım ellerime. İnce, nasırsızdır ellerim. Her ne kadar bahçede toprak, inşaatta çimento görseler de böyledir bu. Amelelerin o piramitleri diken elleri değildir benimkiler. Onların ki bu dünyayı, bu tarihi var eden düşüncenin kol gücü timsalidir. Onlar sınırlarda cengâver, tarlada buğday, fabrikada endüstri, şehirlerde kat be kat bir emeğin karpuz-peynirle doyan karıncaları…
***
Bir zamanlar onlara proletarya, işçi sınıfı denmiş, adına devrimler isyanlar düzenlenmişti. Devrimleri yapanlar gürbüzleşip yağlanırken nasırlı eller yine (bulurlarsa) karpuza talim etmişlerdi. Zaten 19. Yüzyıl devrimleri bir darbeler tarihi değil midir? Tersinden bakarsak milleti kurtarıyoruz diyenler (ki genelde toz içinde asker değil komuta merkezinde ya smokinli subay ya da üstenci ideologdurlar) bütün yol arkadaşlarını mahkemelerde süründürmüş, darağaçlarında sallandırmış, esmiş savurmuşlardır.
İşçi adına, millet adına diktatörlükler böyle kurulmuştur. Bütün dünyada böyledir bu. Adı BAAS olsa ne yazar Komünist olsa ne yazar, modernist olsa kime ne? Diktatörlüklerin hepsi ister Latin ister Doğu olsun bir devlet kapitalizmi istemişlerdir. Yukardan aşağıya metazori bir modernleşme dayatarak esas payı “devlet” adına kendilerine, kendi habitatlarına, oligarşilerine almışlar, halkı yamalı bırakmışlar, devrilene kadar yukarda çal patlasın vur oynasın yapmışlar, çok eşli ve de “oh ne rahat” bir hayatın hazlarına dalmışlardır.
Dünyanın o vakitleri “Lüküs Hayat” operetinde şahane anlatılır.
“Yaz gelince adadasın / Mayo giymiş kumlardasın / Etrafında güzel kızlar / Canın çeker burnun sızlar.
Hanım motorla dolaşır / Hanım serbest kim karışır / Takarsın şeyleri bazı / Dünya böyle sen ol razı.
Sen de kendi hesabına / Topla akşam etrafına / Sarıları esmerleri / Kır şampanya kadehleri…”
***
Yıllar ilerlemiş, nasırlı eller kıt kanaat devam ederken yukarı mahallede gökdelenler dikilmiş, burada Yeşilçam filmleriyle, yatak odası bağır çağır dövüş dizileriyle derin bir uykuya dalan ahaliyle; orada Hollywood’un yalan rüzgarlarıyla sarhoş halklar bir avuç modern görünümlü finansal azınlıkçının elinde kukla olup gitmiş, üst katlardaki balo bu kez çılgın partiler hâlinde sürmüş, bu kez kendilerine utanmadan (party animals) “parti hayvanları” adını vermişlerdir…
Bunların hepsi gözümüzün önünde olmuştur…
***
Ellerime baktım. Kalem erbabıydılar. Uzun süredir de klavyede parmak izi… Keser tutmayı çivi çakmayı biliyordum da hepsi fasarya, toprak bellemek artık zor geliyordu bana.
Gerçi “Nasırlı Eller” hâlâ Afgan, Türkmenistan, Suriyeli kılığında yaşıyordu fakat işçi sınıfı denen şey çoktan tarih olmuş, yeni proletarya yeni nesil telefonların ve araba markalarının totemlerine kapılmış, kaşlarını aldırmış, kurnaz müteahhit kılığına girmiş, gecekondular, kentsel dönüşümlerle görgüsüz bir mülk sahipleri sınıfı yaratmıştı. Şimdi proletarya en alttaki “küflü odalar sınıfını” ezmek ve savaştan perişan mültecilerin odunluktan bozma evlerini taşlamak üstüne ırkçı, egoist bir ideolojiye sahipti…
İslam’ın insan kardeşliği yerine kör, ayrıştırıcı bir milliyetçiliği edinerek mi olmuştu bütün bunlar? İngiliz istihbaratçı-tarihçi Arnold Toynbee böyle yazmamış mıydı kitabında? Bizim onlara yapmayı istediğimiz ama yapamadığımızı onlar kendilerine yaptılar. Birbirlerine düşman olup Kapitalist Uygarlığın en büyük düşmanını içerden çürüttüler demişti. Osmanlının yıkılışına gerdan kıran kontlar, kontesler de: “Uyuyorlar, umalım da uyanmasınlar, Muhammedî dini hatırlamasınlar. Uyanırlarsa durum kötü,” dememişler miydi?
***
Tamam da Muhammedî din ne demekti? Var olan, süregiden bir şey olamazdı bu herhalde. Mekke’de ultra lüks gökdelendeki fütursuz insan, Veda Hutbesini kim söyledi sorusuna Fransız kalan, Fâtiha’nın kelime anlamına Japon duran, meseleyi sakal kesimine sıkıştıranların bize anlattığı değildi bu sanırım. Bu dini, Gazze yanarken Dubai’de düzenlenen tekno müzik festivalleriyle açıklamak da abes olurdu.
Kutsal sözdeki mânâ örtbas edilmişti büyük bir ihtimalle…
***
Nihayet çekip giden ergenliğimin izlerini taşıyan ellerime baktım yeniden. Geylânî Anneannemin tekke yâdigarı akik taşı kaybolmuştu ama gümüş yüzüğü parmağımdaydı hâlâ. Diktatörlükler devrimler antikacılara düşmüş kötü birer anıydı artık.
Bahar, Hüthüt kuşunun diriltici şakımalarıyla sonsuz varlıklar âleminde bitmez tükenmez yepyeni bir dilin cümlelerini kuruyordu.
Hakikat söylenmiş ve bitmemişti. Sürüyordu…
Meraklısına:
“Rabbinin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsaydı ve bir o kadar da deniz getirseydik, O’nun kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.” (Kehf, 109)