“Ama herkes Macbeth’i hatırlayacak”
“Postmodernizm, modernleşme süreci tamamlandığında ve doğa tamamen ortadan kalktığında elde ettiğiniz şeydir…” diyor ABD’li Marksist edebiyat kuramcısı, eleştirmeni ve teorisyeni Fredric Jameson ve ekliyor, “Kapitalizmin sonunu hayal etmektense dünyanın sonunu hayal etmek daha kolay…” Tevellüdü 1934 olan üstat Jameson, bu Eylül ayının 22’sinde yaşam mesaisine veda ettiğinden -selam olur niyetine- kitaplarına yeniden göz gezdirmekte fayda var: (Alfa Yayıncılık, Cem Gönenç çev.) “Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı”, (Yapı Kredi Yayınları, Öznur Karakaş, İlksen Mavituna, Özgüç Orhan çev.) “Antikler Ve Postmodernler”, (İthaki Yayınları, Bülent O. Doğan çev.) “Diyalektiğin Birleştirici Güçleri” ve “Hegel Varyasyonları – Tinin Fenomenolojisi Üzerine…
O vakit, postmodern dönemde kültür, siyaset ve ekonominin nasıl iç içe geçtiğinin fotoğrafını incelikli anlatımıyla us’lara kazıyan üstadın fonunda, izninizle bugünün meramına geçmek isterim. Öznemiz: 22 Ekim – 19 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek olan 28. İstanbul Tiyatro Festivali… İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) kuruculuğunda, 28 yıldır sanatseverleri tiyatronun dünyasında kelama düşüren festivalin, bu yıl ile birlikte iki yıllık küratörü (tiyatro yönetmeni, oyuncu ve akademisyen Prof. Dr.) Mehmet Birkiye… Türkiye’den 5, yurtdışından da 14 oyun ile toplamda 19 tiyatro, performans ve dans gösterisine ev sahipliği yapacak olan festivalin bu yılki Onur Ödülü, tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu, eğitmen Müjdat Gezen’e sunuldu.
Biz de bu yıl ki festivalin -ki nazarımda büyük bir orkestradır tüm festivaller ve rengini belirleyen de şefler(i)dir- küratörü üstat Mehmet Birkiye ile tiyatro ahvalinde bugüne düşen fotoğrafımızı konuştuk. O vakit; “Tiyatro öteki ile ilişki kurmamızı, kabul etmesek bile anlamamızı sağlar. Bu ötekinin mutlaka bir kişi olması ya da bir topluluk olması da gerekmez, bir inanç, insana ait bir güdü, kısacası her şey olabilir. Eğer iddia ettiğimiz gibi seküler, adaletli, demokratik, insan haklarına saygılı bir dünya istiyorsak; işte bu dünyada ‘ötekinin’ konumu hayatidir. Öteki ile çatışma, şiddet içermeyen ilkel güdülerin olmadığı bir alana çekilmelidir. Kişisel kanım; böylesi bir hedefe ulaşmamızı sağlayabilecek en etkin yöntemlerden biri de tiyatrodur. Bu nedenle ki tiyatro hayatımızda daha çok yer etmelidir. Umarım 28. İstanbul Tiyatro Festivali hayatımızda tiyatroya daha çok yer açar.” diyen Birkiye’ye sözü bırakıyorum. Hazırsanız, başlıyoruz! (Es notu: M. Birkiye / Fotoğraf: Fatih Yılmaz.)
“Festival yurtdışında bulunan tiyatrolarla kurduğumuz bir kapı”
· İzninizle sondan başlamak isterim. Avusturyalı feminist oyun yazarı ve romancı Elfriede Jelinek, “Geçmişte insanlar çevreye zarar vermeye vakit bulamıyorlardı, çünkü kendilerine zarar vermekle meşguldüler, örneğin savaşlarda… Ölüm zaten bedava, sadece canınıza mal oluyor.” diyor (İthaki Yayınları, Anıl Alacaoğlu çev.) “Dışarıda Kalanlar” adlı romanında. Jelinek’in bu cümlelerinin ışığında, bugün yaşadığımız dünyanın gidişatına baktığınızda sizin, hem kişisel hem de sanatsal “2024 yılı Z Raporu”nuzdan ne çıkyor? Pandemi ve sonrası bugüne gelinen süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pandemi, bende -fiziksel değişiklikler haricinde- hiçbir değişiklik yaratmadı. Toplumda gördüğüm ise, egonun, aç gözlülüğün ve bencilliğin ortaya çıkararak bütün zaafların biraz daha sivrildiği… Bazı insanların da pandemiye yaslanarak bu tür özelliklerini geliştirdiğini, hatta geliştirmek için kendilerine olağanüstü bir fırsat bulduğunu düşünüyorum. Kısaca, pandemi bir bahane oldu; bütün travmaların ve problemlerin sonucu sanki buymuş gibi! Peki, neydi pandemi? Evet, o hastalık sürecinde yaşanılanlar ve ölümler için hepimiz acı çektik. Üzgünüm/z… Fakat sonuçta, bakınca pandemi bir “gripti”. Hastalıktı. Ama bu süreç, özellikle Batı coğrafyasındaki toplumların (bizim coğrafya da dâhil) egosunu ortaya çıkararak bireyciliğini korkunç bir biçimde körükledi. Tabii bu “bireycilik” değil; bence, bu kötü bir “bireycilik”… Sanatsal manada ise, sanatta değil de insanda bir çöküş, dekadan, bir yok oluş görüyorum. Peki, bu çok ağır mı? Hayır, değil! Bugünkü dünya koşullarına baktığımda, şu an için umutlu değilim, ancak gelecek için tabii ki bir umut taşımak zorundayım/z o ayrı, ki ben de taşıyorum… Sanat üretimleri açısından bir de şunu karıştırıyoruz; mesela, 19. yüzyıl romanlarına baktığınızda kaç kişiyi hatırlıyorsunuz, toplasan 10 kişi ama o dönem binlerce roman yazıldı. Günümüzde de sanatta icra edilen / yapılan bir yığın iş var. Tüm bu yapılanlar kötü değil, ister analog ister dijital olsun, bu kadar çok üretimin yüzde 90’ı çöp olur zaten… Zamanla yerine oturacak üretilenler, eserler ve bazılarını, belki çoğunu kimse hatırlamayacak! Ama herkes dönüp (Shakespeare’in en kısası olmasının yanında en önemli trajedilerinden biri olan) “Macbeth”i hatırlayacak.
· Festivalin bu küratörlük mesaisinde, sizin gibi üstatların, tiyatro kütüphanesini ve arşivini görüyor olacağımız için açıkçası kendi adıma mesudum! Ömrü sizin gibi özel, devlet ve şehir tiyatrolarında sanat hemhalinde geçen, üstüne üniversitede kürsüde gençlere hocalık yapıyor olmak, kıymetli… Festivalle birlikte, bir markanın çatısı altında “şef”lik mesainiz başlayacak; neticede 19 oyunda sizin kadrajınızı dikize yatacağız; bu sürece dâhil olmanızla ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Tiyatro Festivali’nin, Türkiye’de ve özellikle İstanbul seyircisinde önemli bir yeri ve paydası var. Bu payda, önemli bir güç ve mihenk noktası oluşturuyor. Bu mihenk noktası hem kendi tiyatromuzla hem de yurtdışında bulunan –yani bizim dışımızdaki- tiyatrolarla kurduğumuz bir kapı. Bu yapı, bence başka türlü bir kurumsal dengelere sahip. Hepimiz bu yapının içinde var olabiliriz, ki ben daha önce bu festivale oyunlar da yaptım, oynadım da. Bu arada “şef” değilim, burada toplumsal ve kurumsal şartlar, dinamikler var. Fakat bu koşullar içerisinde küratörün yapması gereken ne ise onları yapmaya çalışıyorum ama yaparken de arazi şartlarını, sosyal, toplumsal, ekonomik koşulları göz ardı etmeden icra etmeye çalışıyorum; zira bunlar bizi çevreliyor… Kimse, 14. Louis gibi “bunu yapın, bunu yapmayın” diyecek kadar bağımsız değil! Bu arada her şeyi küratör ve İKSV’ye yüklemenin de bir anlamı yok! Hep birlikte yapabildiğimiz ne ise; biraz önce bahsettiğim şartlarımızın çerçevesinde ama “biraz” da kapıları zorlayarak… Ama biraz… Buradaki edat “biraz”! Tiyatroda mesaim 60 yıla yakın bir süre. 18 yaşında tiyatroya başladığımda, İstanbul’un nüfusunda seyirci sayısı yüzde 4 ve 5 gibiydi. Şimdi nüfus resmi kayıtlarda 16 milyon ve tiyatro seyircisi oranı hâlâ yüzde 4, 5’lerde…
“Öteki olmadan yaşamayız, dönüşemeyiz”
· Gelelim festivale… Basın toplantısında konuşmanızda; “Tiyatro… Öteki ile ilişki kurmamızı kabul etmesek bile anlamamızı sağlar” diyorsunuz. Varoluşçu filozof Martin Heidegger, “öteki ile olan ilişkimiz, var oluşun bir parçasıdır ve öteki ile olan ilişkide, kendi varoluşumuzu sorgulayıp, anlamlandırabiliriz” derken; varoluşçuluk, etik ve ontoloji ile ilgili çalışmalarıyla tanınan Emaneul Levinas ise; öteki kavramını felsefenin merkezine koyuyor ve “Etik, öteki ile olan ilişkiyle başlar, bizi sorumluluk duymaya zorlar” diyor. Konuşma metninizden anlıyoruz ki bu yıl festivalde temanın rengi “öteki”… Öncelikle sizden “öteki” kavramını tariflemenizi isteyeceğim?
Festivalin teması “öteki” değil, ki zaten tiyatroda “öteki”nin olmadığı bir metin de yoktur. Olmak durumundadır, çünkü çatışmalar sanatıdır tiyatro. “Öteki”, kendinizi anlamak ve konumlamak için ihtiyaç duyduğunuz bir şey. Mesela, ondan daha mı iyiyiz, daha mı güzeliz, daha mı yakışıklıyız, daha mı zekiyiz, ona göre daha mı farklı mıyız ve farklarımız daha mı iyi gibi, tüm bunları kendimizi “olumlamak” için kullandığımız bir “kötü” var. İşte “öteki” de genel olarak o oluyor. Herkes bir “öteki”yi yaratıyor ve “öteki”ye göre kendini konumlandırıyor. Mesele, nasıl konumlandırıyor olduğu ama işin içine biraz sanat veya tiyatro girdiği zaman ki özellikle tiyatro, biraz altını kazıdığınız zaman en korkunç “öteki”nin bile rasyonel ve hayata uygun savları olduğunu görüyoruz. Tiyatro perspektifinde ise, “öteki”nin yanında olmamız gerekmiyor ama “bir dakika” diyoruz, böylece onunla kavga etmeyi bırakıp belki farklı bir algılamayla, yine “öteki” olarak (varlığını kabul edip) ama bu defa barış içinde yaşamayı beceriyoruz.
· Sanat ve tiyatro haritasında “etki ve tepki” mevzusunu düşününce, anlattığınız üzerinden Brecht tiyatrosu aklıma geldi; vaktinde, bir oyunla yüzlerce seyircinin sokağa taşması! Bugün ise bizler / seyirciler neyi ne kadar anlayabiliyoruz, algılayabiliyoruz bu büyük bir dilemma değil mi?
İstanbul’daki tiyatro festivaline gelen yüzde beşlik seyirci için söylersem, evet, bunu değerlendiriyor. Ama kitleler veya diğerleri bunu değerlendiriyor mu; “hayır”. Ama değerlendirilmesi de çok istenen bir şey değil, çünkü “öteki” olması popülist politikaların ve siyasetlerin yürümesi için gerekli bir şey. Gerçek olan; “öteki” olmadan yaşamayız, dönüşemeyiz, ihtiyacımız var ama önemli olan “öteki” ile hep bir şiddet veya savaş alanında mı olacağız, yoksa “öteki” ile aramızdaki sorun -bazı filozofların da dediği gibi, en büyük eksik “görgü eksikliği” – acaba bir görgü çerçevesinde mi yaşayacağız! Bizi mahveden şeylerden biri de aslında “görgü eksikliği”. Belki “öteki” ile görgü çerçevesi içerisinde yaşamayı öğrenebiliriz. Çok zor biliyorum ama umarım öyle olur! (Sosyolog, filozof ve kültür eleştirmeni) Slavoj Žižek’in anlattığı ayrılıkçı rejim sırasında geçen bir hikâye var. Güney Afrika’da olaylar oluyor. Polisler toplanıyor, siyahileri kovalıyorlar. O sırada bir polis, siyahi bir kadının peşine düşüyor; koşarken kadının ayakkabısı çıkıyor ve düşüyor. Polis, tabii nazik yetiştirildiği için, “Hanımefendi, ayakkabınızı düşürdünüz” diyor. Orada kovalamanın bittiği an! Görgü ve nezaket belki bunun için gerekli. Fikriniz sizin için sabit kalabilir, ama karşımızdakiyle ilişkimiz farklı bir noktaya da gelebilir.
“Festivalin yenisi; yeni arayışlar…”
· Tam da burada sözü yazar, tiyatro eleştirmeni Zehra (İprişoğlu) Hoca’ya bırakmak isterim. “Öteki olmaya karşı çıkarken baskın kültürü sorgulayacak mıyız, kendi sesimizi duyurmak için farklı yollar deneyecek miyiz, yoksa buna ayak mı uyduracağız?” Sizce?
“Öteki”ye ihtiyacımız var. Bu tez ve anti tez gibi aslında, o orada var olacak. Mesele dediğim gibi nasıl var olacağı; “öteki” ile savaşacak mıyız, linç mi edeceğiz, yok mu edeceğiz? Yoksa daha farklı ilişkiler kurup -yine “öteki” kalabilir- farklı yapılar oluşturarak nezaket, görgü, demokrasi ve insan hakları ve hukuk dediğimiz çerçevede mi bakacağız!
· Festivalin içeriğini hazırlarken yolculuk nasıl geçti? Sizin meşrebinizden çıkacak olan bu festivali masa başında kurgularken veya oluştururken nasıl bir rota izlediniz?
Şöyle bir kavramdan yola çıktık. Tiyatroda iki tür kahraman var. İlki, kendilerini feda eden, toplumların değişmesine ölümleriyle düzeni getiren kahramanlar, “Macbeth”, “Hamlet”, “III. Richard” gibi… Diğeri de günlük yaşamda, bir takım sorunlar karşısında, “Ben bununla idare ederim” deyip, ayağındaki taşla yürümeye devam eden ama yıllar geçtikçe de acısı daha da büyüyen kahramanlar. Onu da şöyle tarif ettim; ayağındaki ayakkabının içine çakıl taşı kaçmış kişiler. O taş çıkmadıkça, bir süre sonra trajik bir yaraya dönüşüyor… Bu festival, işte bu iki kahraman arasında seyircinin ilişki kurmasını istiyor. Yabancı oyunlar, o anlattığım “büyük kahramanlar”, yerli oyunlar da daha çok “ayağındaki taşla sürüklemeye çalışan kahramanlar”. Festivale temel yaklaşımım, bakış açım bu şekildeydi… Yalnız (çağımızın önde gelen tiyatrocularından, Avignon Festivali Artistik Direktörü Tiago Rodrigues’in yazıp, yönettiği ve Türkiye’de ilk kez sahnelenecek, dünyanın en köklü tiyatro topluluklarından biri olan) Comedie Française’in “Hekabe, Hekabe Değil” adlı oyununda bu iki konu bir arada yürüyor.
· Festivalde dikkat çeken yeni bir bölüm var: “Yeni arayışlar”… Burada yapmak istediğiniz nedir? Ve “yeni”den kasıt nedir?
“Yeni arayışlar”da şöyle bir şey yapmak istiyoruz. Türkiye tiyatrosunda yeni olan, yeni bir tema, yeni bir reji, yeni bir üslup, yeni bir oyunculuk anlayışı… Kısaca çağımızla paralellik kurabilen, çünkü modern bir çağdan postmodern bir çağa evrilip duruyoruz. İşte bu evrilmede ve dönüşümde sosyolojik açıdan baktığınızda dramatik olan bir şey var. Mesela çatışma var mutlaka. İşte bu “yeni”den kasıt, bu çatışmayı yansıtan şeyler… Bunun örneklerini de özellikle 2025 yılı için planladığımız festival programında oyunculuk anlayışı olarak göreceğiz. Yalnız bunlar da illa bir sonuca varıp gerçeği buldum demek değil, laboratuvar gibi düşünün. Laboratuvar olmadan bu mümkün değildir. Bu yıl “yeni arayışlar”da üç tane oyunumuz var. Ki seneye inşallah dört olur.
“Klasikler her zaman bir mihenk noktası”
· Tiyatro kadrajınızı yakın takipte olan, üstüne seyirci kategorisinde de 25 yılı devirmiş -sade- bir tiyatrosever olarak merakım, neden “Shakespeare”? Ve bizler neden hâlâ siz gibi üstatların tiyatro cephaneliğinden nasiplenemiyoruz? Olmasın manasında değil, külliyat bu kadar kabarıkken, her festivalde “olmazsa olmaz” kıvamı ilginç! Sizin 60 yıllık tiyatro evreninizde, muazzam ve en önemlisi bizlerin bile bilmediği pek çok usta kalemden çıkmış oyun varken, bildiğimiz jargonlarda ve güzergâhlarda geziniyor olmak açıkçası beni şaşırtıyor!
Burada festivalin temel bir ögesini ıskalamış oluruz, o da şu; bütün ana festivaller -fringe festivaller değil- mihenk noktası oluşturur. Tüm bu klasikler her zaman bir mihenk noktası özelliğiyle festivallerde yerini almalı, bizler bunu yitiremeyiz. Tabii ki sadece bu değil, ekonomik koşullar ve fırsatları da göz ardı edemeyiz. Mesela, öyle oyunlar oluyor ki benim istediğim fakat, “Biz turneye çıkmıyoruz” veya “Turne takvimimize uymuyor” diyor ya da 60 kişilik ekip, ağırlaması bütçe sorunu teşkil ediyor gibi buna benzer arka planda çok etmen var… Kısaca, bu ve buna benzer problemlerle de karşılaştığımızı unutmamız lazım. Her istediğiniz olmuyor, istediğinizin yüzde altmışı, yetmişi oluyor. Ama altını tekrar çizmek isterim, şunu unutmayın, klasik metinleri bırakmamalıyız, başka bir festival bırakabilir ki bu arada sizin dediğinizi de anlıyorum, bu sınırı biraz daha ileri taşıyabiliriz. Mesela, bu festivalin de sürprizi olan Sankai Juku topluluğundan “Utsushi” izleyeceğiz. Japonya’nın evrensel kültür mirasına hediyelerinden butoh dansının en çarpıcı örneklerinden biri. Bence, butoh dansı da böyle bir meram. Festivalde yer alan “Hamlet” de yine farklı bir yaklaşım ve farklı bir reji olarak, bir yanıyla da hiçbiri klasik anlatıyı içermeyen haliyle karşımızda olacak. Neticede bir mihenk noktası tutturmalıyız. Bu arada ben, asla ekonomik koşullar veya ortam şartları budur da ondan bunları yaptım, yapıyorum demiyorum. Sadece bazen şartlar veya engeller çıkabiliyor; o zaman da ayağınızı yere daha sağlam basmanız için de klasikler var.
· O vakit, “Hayat, gelip geçen bir gölgedir” diyen Shakespeare üstat, sizin için ne ifade ediyor desem, ortaya nasıl bir tarif çıkar?
Deha Shakespeare, varoluşumuz için olağanüstü yaklaşımlar getirmiş. Oyun metni mi, sanat eseri mi; bazıları, bence tartışma götürür; zira onlar, bence sanat eseri, oyun değil! Bu ikisi arasındaki ayrımı ki biz her üretilene sanat diyoruz maalesef. Nitelikli oyun başka bir şey, sanat eseri bambaşka bir şey; bir de artık yazarının, üretenin de değil. Shakespeare gerçekten de öyle… Ve bu festival özellikle tiyatro izleyecek gençler için, inanılmaz bir deneyim olacak. Çünkü bu oyunların, yönetmenlerin hepsi bir çıkış noktası sağlayacak onlara. Bir de böyle düşünmek lazım! Tiyatrocular grubu var, Shakespeare ile yüzleşip bir yere koymak zorundalar. Peki, bu yüzleşmeyi kim sağlayacak? İşte şimdi içinde bulunduğumuz İKSV ve bu tür festival düzenleyiciler sağlayacak. İzledikten sonra, ister asla bir Shakespeare oyunu sahnelemesinler veya yapmasınlar, bu o onların bileceği bir iş ama yüzleşmeden bu mümkün değil! Çehov’la da Shakespeare’le de yüzleşecek, ondan sonra bir kenara mı koyar, o kısmı mühim değil, yüzleşmesi lazım! Festivaldeki bu Shakespeare ağırlığı biraz da Türkiye’deki tiyatrocular için diyebilirim.
· Biraz önce oyun seçmelerinden bahsettik ama gelecek yıl için yerli oyunlarıyla sahnede / festivalde yer almak isteyenler için tekrar sormam gerekirse; oyunlarını festivalde sahnelemek isteyenler için kriterlerinizi biraz açar mısınız?
Kriterimiz şu oldu; bir kere nitelikli bir metin bakış açısı olan metni yakalamak. İkincisi yönetmen, oyuncu gibi yaratıcı ekibin belli bir seviyede olması. Çünkü hepsi yeni oyun, yeni hikaye ve bu da bir yanıyla heyecan verici ve bir yanıyla da bilinmezlik taşıyor. Yerli metinlerde ayağında taşı sürükleyen kahramanlar demiştik ama, işte nasıl olacak mesele bu. Sağlama almak için sahne önü ve arkasındakileri daha öncesinde geçmişine bakıp yaptığı, yapacağı işlerin niteliği konusunda karar veriyorsunuz. Festival için ben de bu şekilde ilerledim.
“Tiyatrodan vazgeçmemeye çalışsınlar”
· Bugünlerde fonunuzda ne dinliyorsunuz, ilginize mazhar olan veya dikkatinizi çeken neler var?
Şu aralar okuduğum (Yordam Kitap, Nuri Yıldırım çev.) “Geçmişim ve Düşüncelerim” adlı Aleksandr Herzen kitabı var. (Rus sosyalizminin ve Narodnik hareketin babalarından, Rus düşünce tarihinin köşe taşlarından biri kabul edilen) Herzen’in anılarında anlatılan, tuhaf bir şekilde bugün bizlerin yaşadığı; Rusya’da 19. yüzyıl içinde yaşananların aynısını bugün bizler de yaşıyoruz. Herkes galiba bir döngü içinde aynı şeyi durmadan tekrarlayarak yaşıyor… Herzen’in anılarını seçme sebebim ise; Şubat sonu gibi, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda (Rus yazar Anton Çehov’un, 1897’de yayımlanan tiyatro oyunu ve ilk kez 1899’da Moskova’daki Moskova Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenen) “Vanya Dayı” oyununu yapacağım. Rusya’da geçen bir konu olması sebebiyle, kardeşimin (Atilla Birkiye) tavsiyesi oldu bu kitap. Fonuma gelince, bu aralar, belki babamın ölümüne takıldığım için Müslüm Gürses’in “Paramparça” şarkısını dinliyorum.
· Hocam, tabii ki sizden illa bir klasik müzik bestesi beklemiyorum ama… Açıkçası yaşadığımız coğrafyanın arabesk tonlu kelamını da hiç beklemiyordum!
Öğrencilerime birinci dersin başında, iki şarkı dinletirim, biri Müslüm Gürses’ten -bu aralar- “Paramparça”, bir de adını vermeyeceğim başka bir şarkıcı… Müslüm Gürses, yani yerli müzik sevmezlerse de yerine Joe Cocker koyarım… Ve sorarım; nasıl oyuncu olmak istiyorsunuz? Müslüm Gürses veya Joe Cocker’ın söylediği gibi mi; yoksa diğer şarkıcı gibi mi? Sorumun cevabında, herkes Joe Cocker ya da Müslüm Güses’i değil de, “nitelikli” şarkı söyleyen diğer şarkıcıyı seçiyor. Ama hayır öyle değil! Müslüm Gürses ya da Joe Cocker gibi olmalısınız, çünkü onların içinden gelen zenginlik, bırakın müziğin türünü boş verin ama ifade biçimi, gücü çok nadir insanda görülür. Ve her şeyden önemlisi toplumda bir karşılığı var… Bu şarkıları kabul etmeyenler için diyorum; demek ki topumda görülmeyen bir acı var. Tiyatrocu olarak da ben ona bakmak zorundayım. Onu ıskalayamam…
· Dünya koşturmacasında geleceğini kodlamaya çalışan gençlere, fener olur niyetine tiyatro ve sanata dair ne söylemek istersiniz?
Çok güzel şeyler söylemek isterim tabii ki ama ben biraz karamsar mı bakıyorum bilmiyorum… Tiyatro yapmak çok zorlu bir yol, kesinlikle kolay bir yol değil. Başka donanımlara ihtiyaç var; kimi hocalık yapıyor, kimi televizyonda dizi… Fakat ne yaparlarsa yapsınlar -hayatlarını kazanmak için bunu yapacaklar tabii ki- tiyatrodan vazgeçmemeye çalışsınlar! Asıl şey tiyatrodur, bırakın her şeyi, aç kalın, bunu yapın gibi bir şey demek istemiyorum. Ki anlamsız geliyor bana, saçma. Ama eğer donanımlarını iyi ayarlarlarsa tiyatro içinde, tiyatroyu devam ettirecek ve koruyacak bir parçaları kalabilir. O parçaya özen göstersinler. Tek diyebileceğim şey bu…